Tuesday, September 27, 2005

Karaburun

15 Eylül günü Cezayir'den İstanbul’a döndük. Böylece bir yillik Cezayir maceramizi noktalamis olduk. Bugünlerdeyse yeni arayislar icindeyiz.

*

İstanbul’da birkac gün dinlendikten sonra İzmir’e gectik. İzmir’den de Karaburun’a.
Karaburun, İzmir merkeze 100km. uzaklikta. Minibüse atlayip sahilden yavas yavas yol aliyoruz. Zeytin agaclariyla kapli tipik Ege köylerinin icinden gecerek iki bucuk saat sonra Karaburun’a variyoruz.
Mordogan- Karaburun arasi oldukca virajli bir yol. Bu yüzden olsa gerek, bakir kalmis bir bölge burasi. Denize sifir kucuk bir pansiyonda kaldik. Verilen hizmetten pek memnun olmasak da dalgalarin sesiyle uyanmak, piril piril denizden baska bir sey gör(e)memek kadar insani dinlendiren cok sey yok sanirim.



Kiyidaki cardagin altinda saatlerce oturup kitap okuduk. Bugünlerde Soner, Louis Breger'in Freud biyografisini okuyor. Ben de mübadeleyle ilgili iki kitap , Biz İstanbullular Böyleyiz ile Haciustalari okudum oradayken.

Karaburun oldukca büyük bir yarimada. Tam karsisinda Foca yarimadasi, batisinda ise Midilli adasi yer aliyor.
Kiyi boyu yazlik evler, siteler. Köylerse, genelde ic kesimlerde, daglarin yamaclarinda.
Birlikte köyleri gezebilecegimiz birisi olup olmadigini sordugumuzda bizi Sonia'ya yönlendirdiler .
Sonia, yaklasik 6 yili Karaburun'da yasayan bir Belcikali.
Planimiz yarimadanin dogusunu gezmek. Önce Saipalti köyüne gidiyoruz. Pek cok Ege köyünde oldugu gibi buralarda da Rumlar yasiyormus zamaninda. Oradan Ambarseki köyüne geciyoruz. Köy kahvesinde Sonia bize Karaburun’un tarihini, cografi özelliklerini, geleneklerini anlatiyor.

Eskiden korsanlar halkin mallarini yagmaladigi icin, köyler gizli noktalara kurulmus. Coğu köy denizden bakılınca görünmüyor ama köyden bakınca denizi görebiliyorsunuz. Eski Mordogan köyü de bunlardan biri. Biz gelmeden az önce yagmur yagmis, topraktan mis gibi kokular yükseliyor.

Eski Mordogan köyünden

Zeytin, incir , nar , narenciye agaclariyla kapli her yer. En önemli geçim kaynaklarindan biri zeytincilik. Bunun disinda eskiye göre cok daha az olmakla beraber üzümcülük de yapiliyormus. Yavas yavas organik tarima da geciliyor. Eglenhoca köyünde bir organik zeytinyagi fabrikasi kurulmus.

Eski bir Rum evi

Sonia, Karaburunlu kadinlarin agroturizmle ilgili calismalarindan bahsediyor. Kendisi de bir dönem bu projenin koordinatorlügünü yapmis. Karaburunlularin gelecege dair planlarindan, calismalarindan bahsediyor. Köylerin tertemiz havasi, yemyesil daglar, piril piril gökyüzü cezbediyor bizi. “Karaburun’dan ayri gecirdigim her gün benim için bir kayip” diyor Sonia. “Burada 24 saat yetmiyor bana, yapacak oyle cok sey var ki... Gidilecek, görülecek yeni yerler, arastirilacak konular, yapilacak isler...”

Not:Blogger'da olusan bir problem nedeniyle su an tüm fotograflari yükleyemiyorum.

Monday, September 12, 2005

Tipaza

Cuma sabahi piril piril gökyüzünü görünce, erkenden sehrin batisina, sahile gitmeye karar verdik. Mayolari, havlulari cantaya atip yola koyulduk.
Sehre 25-30 km uzakliktaki Sidi Fredj, Zeralda ve Club des Pins'i geçince Cezayir il sinirina geliyoruz. Otobandan cikip tek seritli sahil yolundan, köylerin, kasabalarin icinden gecerek ilerliyoruz.
Deniz kiyisinda ne oteller ne de yazlik siteler var. Yolla denizin arasi tarlalarla kapli. Sazliklarla cevrilmis tarlalar, yer yer denizi görmemize engel oluyor. Yol boyu, ekmek, incir, balkabagi, yesillik satan köylü cocuklar...
Saat 9.30 civarinda Tipaza'ya ulasiyoruz. Burasi, tarihi Romalilara dek giden cok eski bir yerlesim merkezi. Tipaza, Fenikeliler tarafindan kurulmus. Roma Imparatorlugu zamaninda ise Kuzey Afrika'da Kartaca'dan sonra gelen en büyük sehir. Burada yetistirilen bugday, bakliyat,incir,üzüm ve zeytin Imparatorlugun önemli gelir kaynaklarindanmis.
Roma Imparatorlugunun gerilemesiyle beraber Tipaza da gözden düsmüs. 7.yüzyilda Araplar sehri ele gecirdiklerinde Tipaza o kadar kötü bir haldeymis ki, sehre Arapca'da "yikinti" anlamina gelen "Tefassad" adini vermisler.
Arabayi uygun bir yere park edip önce limana sonra da müzeye gittik.



Tipaza'daki kalintilar 1982 yilinda Unesco tarafindan koruma altina alinmis. Sehrin müzesi de yine Unesco'nun katkilariyla kurulmus. Burada 2000 yil önceden kalan cam ve seramik esyalar, canaklar, tabaklar, oyuncaklar, bronz esyalar, sikkeler ve mozaik tablolar sergileniyor.
Mozaiklerden biri özellikle dikkat cekiciydi. "Pax et Concordia" adli tablo mavili,kirmizili pek cok göz alici renkle bezenmisti. Gercek güzelligini yansitmasa da internette tablonun bir fotografini bulabildim.
Müzeden sonra Cherchell istikametinde yola devam ediyoruz. Burasi da dogasi, plajlari ve saraplariyla ünlü bir baska sehir.




Saat bir civarinda yeniden Cezayir istikametine dönüyoruz. Bu kez Soner, Corne D'Or adindaki tatil koyune gitmemizi öneriyor. Arkadaslarindan, yemyesil agaclar icinde altin sarisi kumlari, tertemiz masmavi deniziyle cok güzel bir yer oldugunu ogrenmis. Bense hem bahsedildigi gibi bir yer oldugundan hem de burayi bulabilecegimizden supheliyim. Daha once tavsiye uzerine gittigimiz yerler, Turkiye'yi bilen bizim gibileri icin, beklentileri karsilamanin cok uzagindaydi.
Burada isletmeler yollara yönlendirici levhalar koymuyorlar. Bunun ilk akla gelen nedeni turizmin gelismemesi olsa da, asil nedenin güvenlik kaygisi oldugunu dusunuyoruz. Bir bilenle gitmiyorsaniz eger, aradiginiz yeri bulma sansiniz cok düsük.
Birkac kisiye sorup tarif ettikleri dogrultuda gitmemize ragmen sonuc alamiyoruz. Tam eve dönmeye karar vermisken bir an, paralel yolda agaclarin arasinda bir tabela ilisiyor gözüme: Corne D'Or. Ileriden geri dönüp aradigimiz yere ulasiyoruz nihayetinde. Kapida guvenlik gorevlileri, gelenlerin kim olduklarini, ne amacla geldiklerini anlamak icin sorular soruyorlar. Iceri girebilecegimizden emin degiliz,
onumuzde iki cezayirli genc erkegin bulundugu arac geri cevriliyor. Sira bize gelince gorevliler ikna oluyorlar ve iceri aliniyoruz.
Cam agaclarinin icinde kücücük bir tatil köyü. Mavi ile yesilin insana yasama sevinci veren birlikteligi...Iste tam aradigimiz gibi bir yer...
Bir yarimadanin burnuna kurulmus burasi. Iki kücük koydan denize girilebiliyor. Birer bira icip yorgunlugumuzu attiktan sonra Akdeniz'in serinligine birakiyoruz kendimizi.
Saat beste eve dönmeye karar veriyoruz. Tam anayola cikarken polis durduruyor. Hatali oldugumuzu, tali yoldan anayola cikilmamasi gerektigini söyleyip ehliyeti ve ruhsati istiyor. Ehliyete bakinca "Türkiya" diyor gülümseyerek ve ceza kesmiyor. Cezayirliler Osmanli Imparatorlugu döneminden kalma bir sempati duyuyorlar Türklere karsi. Dedeleri, atalari Türk olan pek çok Cezayirli var. Kizlarina "Türkiya", "Istanbul" gibi isimler veriyorlar.
Dönüs yolu kalabalik. Sabah ve ogle saatlerinin sessizligi, sakinligi Cuma namazinin bitiminde sona eriyor, yerini her zamanki kaotik ortama birakiyor. Sabahleyin bir saatte aldigimiz yolu bu kez iki saatte kat ederek eve variyoruz.

Ingiliz yazar Geoff Dyer 'in Albert Camus'nün " Return to Tipaza" adli yazisina istinaden yaptigi Tipaza'ya yaptigi geziyle ilgili yazisi